Yalnızlıkla geçen günlerin yasını tutmam ben hiç. Çünkü yalnızlık yası
tutulacak bir şey değil. Herkesin geleceğine inandığı bir gemisi var elbet.
Yalnızlık sadece bu geminin geleceğini beklemek için bir adım. Kimi kavuştu,
kimi inancını yitirdi? Tartışmaya açık bir konu bu.
Yalnızlık
sen istediğin kadar seni içine alabilir ve bazen yalnızlığa duyduğun ihtiyaç
seni esir bile edebilir. Bahsettiğim
gerçek yalnızlık ama öyle aşksız olmak ya da sevgilisizlik filan değil. Benim esas demek istediğim yalnızlık, insanın
öz yalnızlığı. Hepimizin bir gün karşılaşacağı o ölüm yalnızlığı… Her insanın,
gerçek dostlarla çevrili olan bir insanın bile, mutlaka zamanın bir yerinde
yalnız olduğuna inananlardanım.
Yalnızlık
kendimizi sorgulamamızı hatırlatır bize. Kimliğimizi, bastırılmış
düşüncelerimizi gün yüzüne çıkarır. Kaçmaktan vazgeçip, savaşmamız gerektiğini
öğretir. Yağmurdan kaçmayı değil, ona sığınmanın gerçekçiliğini gösterir.
Çünkü
yağmur damlalarında özgürlük vardır. Her yağmur damlası tekrar serpilmenin
temennisini taşır. Kendileri farkında olmasa bile her birinin birer amacı
vardır. Bence bizim de amacımızın olmadığını düşünmemiz tamamen hissiyat
meselesi. Ama gerçekten bir amacımız var.
Bu
amaçlara ulaşmaya çalışırken her lahzada bir şeyler kopuyor ve bizler de normalleşiyor, özümüze dönüyoruz galiba. İpler kopuyor ellerimizden ve haykırmak hiçbir
çare olmuyor. Bizler de oradan oraya savrulmuş yağmur
damlalarından farksız değiliz bence. Savrulmaya, rüzgarla dans etmeye devam
ederken kendimize sığındığımızı fark ederiz böylece.
Birilerine değil
kendimize bir şeyleri ispat etmemizin gerekliliğini görürüz. Bazenlerden,
keşkelerden, o lanet belkilerden kendimizi kurtarmaya çalışırız. Aslında
hepimizin ne çok bazenleri, keşkeleri, belkileri var. Hele bende o kadar çoklar
ki Himalayaları aşacak büyüklükte dağ gibi sıralandılar. Kurtuluşumuz yok
onlardan, asla da kurtulamayacağız.