Pazar

Gök Karanlık

Beynimde milyonlarca sorular dönüp duruyor. Dönüyor, dönüyor ve onlar döndükçe benimde başım dönüyor. Midem bulanıyor, ayaklarım yerden kesiliyor…

Bir kadının bedeninde cebelleşen bir çocuk ya da bir çocuğun bedeninde sıkışıp kalmış bir kadın. Fark etmez. Artık hangisi olduğumun bir anlamı yok. Çünkü artık kim olduğumu aramıyorum. Farklı yönlerimi törpülemeye çalışmıyorum. Deliliğimi gizlemiyorum. Bir zamandır uğraşmıyorum. Olduğum kişiyi reddetmiyorum, daha iyi olmaya gerek duymuyorum. Neysem o oluyorum, kimi zaman yalnız kalıyorum ama gece yatağa yattığımda daha rahat uyuyorum.

Artık garipsemiyorum, anlamaya çalışmıyorum bile. Ne yaparsak yapalım insanlar değişmiyor çünkü. Brütüs, Sezar'ı bıçaklıyor sırtından. Her şeye rağmen herkes sadece bildiğini okuyor. Günün sonunda kazanan yok ama önemli değil artık. Çünkü her şey doğru zaman geldiğinde bir şekilde geçiyor. Manevi yaraların en güzel yanının iz bırakmadığının olduğunu söylerler. Peki benim kalbimde niye bir sürü iz var?

Gök karanlık ve açıkçası içimde en az gök kadar karanlık bu aralar, yazamamak yazamıyor olmak sinirimi bozuyor. Bazen boş bir sayfa açıp saatlerce ekrana bakıyorum, kelimeler hala orada sadece artık zihnimden çıkmak istemiyor gibiler, sorun bu.

Kendimi ifade edememe hali beni deli ediyor. Anlatmak isteyip anlatamamak gibi. Her gün aynaya bakıp "Bugün daha güzel bir gün" demek gibi. Her gün biraz daha yabancılaşıyorum kendime karşı sorun bu. Sorunlar var. Ve ben nasıl üstesinden gelebileceğimi bilmiyorum. İşte asıl sorun bu.

Aslında hiçbir şey hissetmek istemiyorum. Duygulardan arınmak istiyorum. Ama bu imkansız olan şeyi yapamıyorum. Hiçbir haltı beceremediğim gibi. Bu kez geri dönüşü olmayan zamanlar biriktirmemeye söz veriyorum kendime. Kendime? Bana? Başkaları bile bana verdiği sözleri tutamadı bugüne kadar. Ben kendime nasıl söz verebiliyorsam...

Ama onu görür görmez sanki kaderime çizilmiş sanıyorum. En zarar ziyan olanı yapıyorum ben, yani hayaller kuruyorum. Beynimin içinde geleceğe dönük hayallere ayırdığım yer koca bir renk tarlası. Rengarenk hayaller, sınırı olmayan mutluluklar. "Her şey çok güzel olacak" diyorum kendime durmadan ve bıkmadan. Kendime yaptığım en büyük kötülük de bu!


Okumalısın aslında beni. Bu yazdıklarımı. Ne hissettiğimi anlamalısın. Gözlerimin içine bakarken söylersin o hissettiklerini yine ve ben utanırım yine. Karanlık yanımı öldürüyorum ben sende ve eksiksin, birileri daima eksik.
 

Nasıl sana ihtiyaç duyabileceğime kafa yormadım. Biraz öfkeliyim, biraz üzgünüm. Dibe batmış bir şehirde özümden çok uzak bir yerdeyim ve alakam olmayan muhabbetleri dinlerim.
 

Senin nerede olduğununsa bir önemi yok. Yanımda değilsin, olay bu. Şimdi beni duyabilmeni isterdim. Buraya yazdıklarımı şimdi okumanı isterdim. Neyse, sıkıntılar, dertler, tasalar büyürken tek ihtiyacın olan sevecen bir yaklaşımdır bazen. Ya da içten bir kahkaha… O da bende bol bol var zaten.

Cumartesi

Bugün çok sessizdim..

Tüm günümü sessiz ve sakin geçirdim. Gördüm, anlatamadım. Dinleyemedim, duyamadım. Hayat çok köşeli. Köşeleri sivri. Ne zaman bir yere gitmeye çalışsam bir yerlerimi kanatıyorum. Kalbimin acısı sonsuz, dinmiyor. Her şeyi iyileştirir sandığım sevgim kimseye yetemedi.

Acıttım. Acıtıldım. Sonra geçti dedim, kendime acıdım.

Tüm günümü sessiz geçirdim. Benim insanlara karşı işlediğim en büyük günah bile özenliydi. Görülmedi. Kimsesizlikten sarıldığın bir kaç soğuk kucak var. 5 gün sonra gidecekler. Tüm hikayemi zedeleyeceğini bilmeden sert konuştum. Yazdım. Sildim. Silindim.

İnsanlar neden derin ve uzun cümleler bekler? Neden yazarlara ağır, ciddi ve mesafeli kimlikler yakıştırır? Çok gülenler yazar olamaz mı mesela? Neden hep acı çekenler yazar olurlar? Kısa soruyorum. Kısa konuşuyorum. Yalan olmamalı kurduğum cümleler. Yoksa mutlaka anlamlı bir yerde son buluyor olmalıydılar. Olmadı. Olamadı.

Hadi her kimsen şu an gel ve git bir ev al bize. Ne olur? Buradan uzakta. Kimsenin içeri giremeyeceği yüksek çitli. Rengi mühim değil. Ama su mavisi olabilir. Huzurun rengi. Bir ev al. Azla yetinirim. Güvenirsem her şeyle yetinebilirim. Seversem değil, güvenirsem. Neyse bu hayal zıvanadan çıktı. İnsanlar benim ruhumu yaktı, ben de şimdi bu hayali evi. Boş ver. Zaten aklım başımda değil.

Bu gün çok sessizdim. Beni sessiz hayal edebildiniz mi? Uzunca bir süre aynı şeyleri istedim. Olur muydu? Merak etmedim. Tamam, sus söyleme. Ben istedim, onlar gerçekleşmedi. Hayaller gitti. Dün uyandığımda hayalimde olmuştu her şey, bu gün uyumak için hayal kurmayı bekledim. Bu gün çok sessizdim. Sahi, şimdi hayaller nereye gitti? Bu gerçeği insanlara soramazken hayalimdeki yüzleri görünmeyenlere bile soramadım. Hiçbir zaman soramadım aslında kimseye.

Kimseyi suçlamadım. Kimilerinin sevgisi biçimsizdir, kimi doğuştan kabiliyetsiz. Kimilerin hayali çöptür, kimilerin hayali hazine... Bir yere varamaz kabiliyetsiz insanlar ve mutlu olamazlar. Onların huzursuzlukları bıçak gibi saplanır uykularımıza. Biz de korkudan saklanırız kuytularımıza. Hayat bu sen dik dur. Bil diye söylüyorum bunları. Bil diye. Belki göğsün kimsesizdir, belki göğsün hilesizdir.

Her hikâyede masum, her hikayede kahraman kaldığımı, bil diye...

Zaman Akıyor..

Bir şeyler yazmak istiyorum ama karışıyor kelimeler. Hayata dair içimde ne var yoksa anlatmak, paylaşmak istiyorum. Yazıyorum anlatıyorum ama sonra pişman oluyorum siliyorum. Kendime kalıyor yine kelimeler.

Ben ruhumu paylaşmak istiyorum aslında kelimelerimle ama bazen o kadar meşgul oluyorum kii.. Ona hikaye yetiştir, buna yazı yaz. Yazıyorum ama bir bakmışım sadece yazmışım anlatmamışım, paylaşmamışım. Dünyaya sadece yazmak için geldiğimi düşünüyorum bazen. Yoksa başka yaşam sebebim yokmuş gibi.. Her neyse.. Bu güzel bir işkenceydi. Şarap içtiğin için cehennemde yanmak gibiydi. Güzel bir günahın cezası gibiydi. Ben harcanacak kadar yaşlanmadım. En azından bunun farkındayım.

İnsanları izliyorum bazen elimde o kara kaplı hikayelerimin plan defteriyle. Eskiden olduğu gibi o parkta bazen oturarak gelip geçeni izleyerek. Her insan ayrı bir hikaye. Her adım bile.. En minik bir bakıştan bile fikir edinebiliyorum yazacaklarıma dair ama kendime kalıyor her şey.

Bazen de sokağın ortasında dikilip, kimsesiz bir kadının gözleriyle bakıyorum hayata. İnsanlar yanımdan geçiyor, bazıları omzuma çarpıp hayallerimi döküyor yerlere. Kimse eğilip toplamıyor onları, hayat filmlerdeki gibi değil ya da belki tam olarak öyle. Sadece ben yaşayamıyorum film gibi bir hayatı.

Çoğumuz söylemek isteyip de söyleyemediklerimizle bu dünyayı bırakıp gidiyoruz, değil mi? Çoğumuz yaşayamadıklarını hayal etmekle yetiniyor. Zaman akıyor. Geçen zamanın bir saniyesi bile geri gelmiyor.

Hayallerimi gerçekleştirememe korkusundan dolayı mücadele bile edemiyorum. İsteğim yok demiyorum ama engeller tüm hevesimi törpüledi. İmkan ve şans olmadıktan sonra yapabileceğim tek şey hayallere sığınmak. Aslında en kolayı, en hoş ve en kedersiz olanı da bu herhalde. Tüm bunlara rağmen olumsuz yönleri de yok değil. Çünkü hayaller ne kadar hoş olsa da hiç bir zaman gerçeklerin yerini alamıyor. Öyle olsa da.

Şu an kendimi, duygularımı analiz etmekten dahi aciz görüyorum. Belki de yoğun bir haftadan çıkmaktan kaynaklı. Düşünüyor, hislerime müracaat ediyor, gönlümü yokluyor ama ne yapmak istediğimi bir türlü kestiremiyorum. Nedir acaba bu belirsizlik; bir yürek yarası mı, yoksa manevi bir iklime olan ihtiyacım mı?

Perşembe

Masum Kahramanlar



Hayal miydi gerçek miydi anlaşılmıyordu. Küçücük bir hayal içinde görünmez bir adamdı. Yüzü görünmüyordu, varlığı seçilemiyordu ama her şeyiyle o adam olduğunu gösteriyordu. Küçücük bir hayal içinde kocaman bir adamdı. 

O kadar kocamandı ki yüzünü görememek can sıkmıyordu bu yüzden. Meraklandırıyordu. Evet, meraklanıldı. Birazda umut edildi. Oh, evet merak edildi. Tatlı meraklardandı. Acı yoktu. Görmemek önemli değildi. Isınan ruhun varlığı devam ettiriyordu.

Zamanla hayal büyüdü, adam küçüldü. Hayaller gerçeklere açılan bir umut penceresiydi. Ve o pencere kapatıldı. Belki kısa bir süreliğine belki de hiç açılmamak üzere
.
Küçük hayal, büyük adam… Büyük hayal, küçük adam… Aslında ikisi de aynı şeydi değişen şey beklentilerdi. Belki de su yüzüne çıkan gerçeklerdi. Görülen şeylerdi. Bilinmiyordu. Tanınmıyordu.

Kimse tanınmıyordu. Kimse görünmüyordu aslında. Hayaller büyükken görülen şeyler yansımaydı. Bir gölge oyunuydu. Hayaller küçüldüğündeyse görünen gerçeklerdi. Sadece gerçek. Ya da gerçek su yüzüne çıkmaya başladığı an küçülmeye başladı hayaller. Bilinmiyor, hiç bilinmedi.

Aslında düşünülünce biraz yaşananlar şirinceydi. İyilikmiş gibiydi. Kandırılmış, hayal kırıklığına uğranmışlık yoktu. Gerçekten yoktu. Olumsuzluklar bile şirinceydi. Değildi aslında ama bu şekilde düşünülmeliydi. 

Ne olursa olsun iyi hissedilmeliydi. Tekrardan hayal edilmeliydi. Durmadan ve tekrar, tekrar. Sonunda ise hayalin gerçeği bulunmalıydı. Hayal gerçeğe dönüştürülmeliydi. Yüzü görülmeliydi. Gerçekten görülmeliydi. 

Bunun için çalışılmalıydı, savaşılmalıydı. Hayallerin bir adım ötede değil on adım ötede olduğunun farkına varılıp onlara yürünmemeliydi. Onlara koşulmalıydı. Kimseye bahsedilmemeliydi. Büyüsü kaçmamalıydı. Belki de söylenen, bahsedilen hayallerin yüzü görünmüyordu. 

Her şey bilinmez. Herkes hayal edilmez. Bazı şeyler gölgelerde kalmalıydı ve oradan geri dönmemeliydi. Kirlenmemeliydi hayaller, hep temiz kalmalıydı. Her şey temiz kalmalıydı. Herkes temiz kalmalıydı. 

Kötülükler uçurumların dibinde kalmalıydı. Buraya hiç gelmemeliydi. Hayallere hiç dokunmamalıydı. Geride kalmalıydı ama kalamadı. Hayalleri boğdu. Masum kahramanları katletti, diğerlerini yüceltti.

Her hayal bir hikayeydi ve kahramanları vardı. Geçmişte olanlar, bugünde geçenler, gelecekte olacaklar. Masum kahramanlar hep masum kalmalıydı ve kaldı. Yüzü görünmeyenler ise… Onlardan bahsetmeye gerek yok. Bu hikaye masum kahramanlar içindi. Öyle kalmalıydı ve kaldı.

Pazar

Bir küçük kız ve babasının hikayesi...




 
Elinde rüzgar gülü evlerinin arkasındaki çiçeklerle bezeli o küçük çayırda geziniyordu küçük kız. Küçük olduğundan belki rüzgarın ne taraftan estiğini kestiremiyor ve buna küçük aklıyla sinir oluyordu.

Elindeki rengarenk fırıl fırıl dönen rüzgar gülünü atmaya kalkışmış ama son anda kıyamamışken morali bozuk bir şekilde dizlerini kırarak yemyeşil çimlere oturdu. Elleri yanaklarında dudaklarını büzmüş rüzgar saçlarını okşamaya devam ederken o rüzgara sinir olmaya devam ediyordu.

Neden anlayamıyordu? Oysa babası dün gece çok güzel bir şekilde ona nasıl çalıştığını anlatmıştı rüzgar gülünün ve babasının yardımıyla çok da güzel nereden estiğini anlamıştı rüzgarın şimdi neden başaramıyordu?

Küçücük ela gözlerinde sinirden yaşlar parıldamaya başlamış ve kemerli burnu akmaya başlamış içli içli burnunu çekiyordu.
“Neden ağlıyormuş benim güzel kızım?”

Küçük kız babasının güçlü sesini duyduğunda sanki dünyası aydınlanmış gibi yerinden fırlamış ve babasının kucağına atlamıştı. Babası gülerek küçük kızını kucaklamış ve onu sarmalamışken kızının küçücük göz pınarından akmış küçük gözyaşlarını kendi büyük elleri ile yavaşça sildi.

Küçük kız babasının gelişiyle rahatlamış ve kendini rüzgarın yerini tekrar bulacak gibi hissediyorken ağlamasını yavaşça durdurdu.
“Söyle bakalım şimdi neden ağladın?”

Küçük kız biraz utanmış eliyle yerde duran rengarenk rüzgar gülünü göstererek “Rüzgar nereden esiyor anlamadım,” dedi kırılgan bir sesle.

Babası gülmüş ve kızını sıkıca öpüp onun ela gözlerinin içine bakarak “Tekrar göstermemi ister misin?” diye sordu.

Küçük kız heyecanla “Evet,” diyerek ellerini çırpmış ve kocaman gülümsemişken babası onu yere bıraktığında pileli eteği rüzgardan uçuşarak çimlerin arasında duran rüzgar gülünü almaya gitti.

Aradan dakikalar geçmiş küçük kız rüzgar gülünü çayırın her yerinde deniyor ve kafası karışsa da sonunda başarabilmiş mutlulukla ışıldıyordu.
“Sen yanımdayken yapabiliyorum baba,” dedi babasının gözlerinin içine bakarak. “Dünde böyleydi sen varken yaptım ama sen yokken yapamadım. Hep yanımda ol baba olur mu? Beni asla yalnız bırakma.”

Babası dizleri üzerinde çökerek kızıyla aynı boya gelmiş “Elbette kızım,” dedi kızının hayran olduğu güçlü sesiyle. “Ben bana ihtiyacın olduğu her an yanında olacağım. Sen hisset ya da hissetme.”
“Ama söz ver baba.”

Küçük kız mızırdanıyor babasına şımarıklık yapıyorken babası küçük kızına söz vermiş küçük kızda mutlulukla ışıldamış babasının elini sıkıca tutmuş evlerine doğru giderken annesinin yaptığı yemekler hakkında konuşmaya başladı.

Yıllar sonra büyük bir kız hala yemyeşil ama artık yabani otların kapladığı küçük bir çayırda rüzgarın nereden estiğini anlayamadığı için ağlayan küçük bir kızın hayaletini gözleri dolu bir şekilde izliyordu.

Rüzgar sanki o günkü gibi esiyor matem havasında olan siyahlara bürünmüş büyük kızın saçlarına aldığı simsiyah şalı uçuşturuyordu. Büyük kız gözlerinden boşalan yaşlarla hıçkırığını yutmuş ama yaşları bir sicim gibi akıyordu. Artık neden ağladığını sorup gelip kendisine sarılacak yaşlarını silecek her zaman hayran olduğu o adam; babası yokken bu ona bulunduğu yerde daha fazla koyuyordu.

Büyük kız akan gözyaşlarının rüzgar tarafından silindiğini hissetmiş ağlamaya devam ediyor ama bir yandan da tebessüm ediyorken babasının yıllar önce söylediği sözleri hayal meyal hatırlıyordu. İhtiyacın olduğu her an yanında olacağım hisset ya da hissetme.

Cuma

Kim bilir?



Unutulmaya yüz tutulmuş masallar, ümidi olmayan yaşantılar ve sonlarımız… Kimiz biz? Neyiz? Ne istiyoruz? Cevapsızlığın tak ettiği sorular dönüyor, dönüyor. Issız bir koridor, sıkı sıkıya kapatılmış kapılar. Hangisinde cevap? Hangisi hayallerin gerçekleştiği o muhteşem dünyanın başlangıcı?

Yürüdükçe uzuyor o koridor. Geriye saramıyorsun. Yanlarında kapılar var ama kilitlerini kıramıyorsun. Belki de kilitleri kırması gereken biri var. Hangimiz? Herkes kırdı o kilitleri aslında o beyaz ışığa ulaşamadan ve başka bir diyara açılan beyaz ışığa gittiler benden habersiz…

Ne ben eskisi gibiyim ne de zaman eskisi gibi. Her nefeste değişiyorsak aynı olduğumuzu iddia etmek niye? Ben değişmedim sen değiştinler niye? Herkes değişiyor bir şekilde. Zamana atmayın sakın suçu belki de en masum aramızda odur. Sadece akıp gidiyor çünkü. Bir daha da aynı şekilde asla geri gelmiyor.

Zaman sadece görüntüyü değiştirir. Zaman değiştirmez bizi, zaman büyütmez bizi. Bizi büyüten şeyler, kaybettiklerimizdir aslında. Gözümüzün önünden yok olup giden yaşamlar, elimizden kayıp giden canlar… Her kaybedişle büyürüz biz, her kaybedişle değişir bir daha asla aynı olmayız. Olamayız. Bazen eskiye dair bir gölge geçer gözümüzün önünden, sadece bir yansıma. Belki de yanılsama.

O zor, bu zor… Nefes almak bile zor… Her şey zor… Ya susarak varım ya da yazarak. Aynı şey değil mi aslında ikisi de? Yazarken susuyorum, susarken yazıyorum.

Ömrümce kendimi iyi olacağına inandığım şeylerle kandırdım. Ömrümün geri kalanını da inandıklarımın bende açtığı yaraları unutmaya çalışarak harcayacağım. Bu kadarı fazla. Bana fazla. Çok bile dayandım. Benim ellerim küçük, saçım kısa, aklım da kısa, boyum da kısa. Mutluluklarım, heyecanlarım hatta huzurum bile kısa…

Yalanlar hep mutlu, tasasız, renkli. Doğru yerlerde evet ya da hayır deseydim, diyebilseydim hayallerim gerçekleşirdi belki... Güçlü görünen "hayır"larımız  ya da  aman mutlu olsun "evet"lerimiz yüzünden terk etti belki hayal gücümüz bizi. Kim bilir?

Cumartesi

Değil mi?



İnsanlar, ben demiştimli cümleler için açıyor ağzını, sırf haklı gibi gözükmek için hayata karşı. Konuşmak için konuşanlardan, başka şansı olmadığı için doğanlardan. Bana yok saymayı öğretti yaşadıklarım, parçalanmış dudaklarım ve her daim yaralı avuç içlerim. Adımı bıraktım ve biraz da gülüşümü, tozlanmış sayfalarda pırıl pırıl parlayacak. 

Kırık camlar toplanılmaz değil mi mıknatısla? Peki, düşler, kırılmış düşler? Varlığı ve yokluğunun bir farkı olmalıydı. Kime konuşuyorum? Kimle konuşuyorum? Açılmasın pencere, girmesin güneş içeri. Meşrulaşmasın konuşmalarımız, hiç konuşmamış gibi yaparsak daha az acıtır belki de. Daha kolay kapanır kimsenin görmediği yaralar, daha temizdir her zaman. 

Kandırılmış hissediyorum. Kendimi kandırmışlığımla hayal kırıklığı gibi alınganlığım. Yalanları ben söyledim aslında kendime, sonrasında hepsi için etrafı, havayı, suyu suçlamak daha kolaydı. Vicdan azabından daha az acıtır aşk acısı. Aşk... Hiç uğramadı buralara aslında. Rahatlamak istiyorum ağlatıyor beni kader her bir değişkenle. Ruhumdaki morlukların yanında hiçbir şey vücudumdakiler. Düşlerim fazla sesli, fazla kırgın. Saklandığı abartıların arkasında yalnız, ne kendi ne de başkaları inanıyor mutluluğuna. Galiba düşlerim kusursuzluğa çok yakın.

Yazacak çok şey var ama cümleler bir türlü mantıkla birleşmiyor. Günler, aylar, yıllar geçiyor bir şekilde. Hayat akıyor, biz yaşıyoruz güya. Ruhumuzu satıyoruz, farkındasınız değil mi? Belki şeytana değil ama en az onun kadar kötü bir şeye. Adına aşk dediğimiz ve seni seviyorum’larla süslediğimiz bir yaratığa. İnsanların yetinme duygusu yok, aslında hiç olmadı değil mi? Aslında hiç aşık olunmadı değil mi?

Cuma

Yazmak benim sığınağım.



Yoğun tempolarda seyreden okul hayatımdan dolayı mı? Yoksa artık gençlik ateşimin yalnızlığımdan dolayı yavaş yavaş sönmeye yüz tutmasından mı? Ya da hali hazırda artık o kadar da ilginç-heyecanlı bir hayatımın olmamasından mı bilmem ama… Neyse ki torunlarımın torunlarına bile anlatılacak gayet sarsıcı yazılar biriktirmişim eski günlerden.

Kendimi toparlayıp doğru düzgün bir şeyler yazamıyorum. Oysa hep dediğim bir laf vardı 'yazmak benim sığınağım'

Çünkü bir şeylerimi anlatabileceğim kimse yoktu etrafta. Zamanla bu anlatamama olgusu anlatabilecek insanlar girse de hayatıma anlatmamaya dönüştü zaten. Hayatı boyunca yüzmemiş bir insanı bir gün denize attığınızda yüzmesini bekleyemezsiniz değil mi? Bilmediği şeyden korkar-kaçar. Çok cesur olduğumu zannedenlere aslında korkağın teki olduğumu söylerim de gülerler. Ben de gülmelerine gülerim…

Her neyse, gitmeler-gelmeler, yapmalar-bozmalar, doğrular-yanlışlar, başlangıçlar-bitişlerle dolu senelerin özetlerini defterlere, kağıtlara sığdırmaya çalıştım yıllarca. Yazarken çok da takip edilesi bir biçimde yazamadığımın farkındayım. Beynim fazla işliyor sözcükler-kelimeler fışkırtıyor. Hepsini birleştirmeye kalkınca cümleler karman çorman oluyor. Beynimi sakinleştirip yazmam gerekiyor bu nedenle. Fakat hayatım boyunca çok nadirdir beynimin sakinleşip de bedenime rahat vermesi…

Oradan girip buradan çıkıyorum işte… Kimi zamanda kolaya kaçıyorum şarkı sözlerine sığınıyorum. O anki hislerimi yeniden yapılandırmak zor geliyor. Zaten var edilmiş olanı kopyalıyorum.

Pek paylaşımcı bir yapım da yoktur. Bu nedenle kimseye gidip de 'ben yazdım oku' diyememişimdir. Bir gün yapmak isterim bunu… Doğru insana, doğru zamanda. Beni tanımak mı istiyorsun git yazdıklarımı oku desem. Diyebilir miyim?

Korkar kaçar mı yazdıklarımdan. Ne yollardan geçmiş bu kız diye yargılar mı? Ben şu hayatta beni yargılamayan tek bir insanla tanışmadım henüz. Tanışırsam ona okuturum söz.

Geçenlerde okudum sadece yazılan kısa bir yazıyla aşık oluş… Gerçekten insanlar birbirlerinin yazdıklarına aşık olabilir mi? Yazılarımızda yansıttığımız kadar gerçek, yalın ve savunmasız kişiliklerimiz de güzel midir?