Pazar

Bir küçük kız ve babasının hikayesi...




 
Elinde rüzgar gülü evlerinin arkasındaki çiçeklerle bezeli o küçük çayırda geziniyordu küçük kız. Küçük olduğundan belki rüzgarın ne taraftan estiğini kestiremiyor ve buna küçük aklıyla sinir oluyordu.

Elindeki rengarenk fırıl fırıl dönen rüzgar gülünü atmaya kalkışmış ama son anda kıyamamışken morali bozuk bir şekilde dizlerini kırarak yemyeşil çimlere oturdu. Elleri yanaklarında dudaklarını büzmüş rüzgar saçlarını okşamaya devam ederken o rüzgara sinir olmaya devam ediyordu.

Neden anlayamıyordu? Oysa babası dün gece çok güzel bir şekilde ona nasıl çalıştığını anlatmıştı rüzgar gülünün ve babasının yardımıyla çok da güzel nereden estiğini anlamıştı rüzgarın şimdi neden başaramıyordu?

Küçücük ela gözlerinde sinirden yaşlar parıldamaya başlamış ve kemerli burnu akmaya başlamış içli içli burnunu çekiyordu.
“Neden ağlıyormuş benim güzel kızım?”

Küçük kız babasının güçlü sesini duyduğunda sanki dünyası aydınlanmış gibi yerinden fırlamış ve babasının kucağına atlamıştı. Babası gülerek küçük kızını kucaklamış ve onu sarmalamışken kızının küçücük göz pınarından akmış küçük gözyaşlarını kendi büyük elleri ile yavaşça sildi.

Küçük kız babasının gelişiyle rahatlamış ve kendini rüzgarın yerini tekrar bulacak gibi hissediyorken ağlamasını yavaşça durdurdu.
“Söyle bakalım şimdi neden ağladın?”

Küçük kız biraz utanmış eliyle yerde duran rengarenk rüzgar gülünü göstererek “Rüzgar nereden esiyor anlamadım,” dedi kırılgan bir sesle.

Babası gülmüş ve kızını sıkıca öpüp onun ela gözlerinin içine bakarak “Tekrar göstermemi ister misin?” diye sordu.

Küçük kız heyecanla “Evet,” diyerek ellerini çırpmış ve kocaman gülümsemişken babası onu yere bıraktığında pileli eteği rüzgardan uçuşarak çimlerin arasında duran rüzgar gülünü almaya gitti.

Aradan dakikalar geçmiş küçük kız rüzgar gülünü çayırın her yerinde deniyor ve kafası karışsa da sonunda başarabilmiş mutlulukla ışıldıyordu.
“Sen yanımdayken yapabiliyorum baba,” dedi babasının gözlerinin içine bakarak. “Dünde böyleydi sen varken yaptım ama sen yokken yapamadım. Hep yanımda ol baba olur mu? Beni asla yalnız bırakma.”

Babası dizleri üzerinde çökerek kızıyla aynı boya gelmiş “Elbette kızım,” dedi kızının hayran olduğu güçlü sesiyle. “Ben bana ihtiyacın olduğu her an yanında olacağım. Sen hisset ya da hissetme.”
“Ama söz ver baba.”

Küçük kız mızırdanıyor babasına şımarıklık yapıyorken babası küçük kızına söz vermiş küçük kızda mutlulukla ışıldamış babasının elini sıkıca tutmuş evlerine doğru giderken annesinin yaptığı yemekler hakkında konuşmaya başladı.

Yıllar sonra büyük bir kız hala yemyeşil ama artık yabani otların kapladığı küçük bir çayırda rüzgarın nereden estiğini anlayamadığı için ağlayan küçük bir kızın hayaletini gözleri dolu bir şekilde izliyordu.

Rüzgar sanki o günkü gibi esiyor matem havasında olan siyahlara bürünmüş büyük kızın saçlarına aldığı simsiyah şalı uçuşturuyordu. Büyük kız gözlerinden boşalan yaşlarla hıçkırığını yutmuş ama yaşları bir sicim gibi akıyordu. Artık neden ağladığını sorup gelip kendisine sarılacak yaşlarını silecek her zaman hayran olduğu o adam; babası yokken bu ona bulunduğu yerde daha fazla koyuyordu.

Büyük kız akan gözyaşlarının rüzgar tarafından silindiğini hissetmiş ağlamaya devam ediyor ama bir yandan da tebessüm ediyorken babasının yıllar önce söylediği sözleri hayal meyal hatırlıyordu. İhtiyacın olduğu her an yanında olacağım hisset ya da hissetme.

Cuma

Kim bilir?



Unutulmaya yüz tutulmuş masallar, ümidi olmayan yaşantılar ve sonlarımız… Kimiz biz? Neyiz? Ne istiyoruz? Cevapsızlığın tak ettiği sorular dönüyor, dönüyor. Issız bir koridor, sıkı sıkıya kapatılmış kapılar. Hangisinde cevap? Hangisi hayallerin gerçekleştiği o muhteşem dünyanın başlangıcı?

Yürüdükçe uzuyor o koridor. Geriye saramıyorsun. Yanlarında kapılar var ama kilitlerini kıramıyorsun. Belki de kilitleri kırması gereken biri var. Hangimiz? Herkes kırdı o kilitleri aslında o beyaz ışığa ulaşamadan ve başka bir diyara açılan beyaz ışığa gittiler benden habersiz…

Ne ben eskisi gibiyim ne de zaman eskisi gibi. Her nefeste değişiyorsak aynı olduğumuzu iddia etmek niye? Ben değişmedim sen değiştinler niye? Herkes değişiyor bir şekilde. Zamana atmayın sakın suçu belki de en masum aramızda odur. Sadece akıp gidiyor çünkü. Bir daha da aynı şekilde asla geri gelmiyor.

Zaman sadece görüntüyü değiştirir. Zaman değiştirmez bizi, zaman büyütmez bizi. Bizi büyüten şeyler, kaybettiklerimizdir aslında. Gözümüzün önünden yok olup giden yaşamlar, elimizden kayıp giden canlar… Her kaybedişle büyürüz biz, her kaybedişle değişir bir daha asla aynı olmayız. Olamayız. Bazen eskiye dair bir gölge geçer gözümüzün önünden, sadece bir yansıma. Belki de yanılsama.

O zor, bu zor… Nefes almak bile zor… Her şey zor… Ya susarak varım ya da yazarak. Aynı şey değil mi aslında ikisi de? Yazarken susuyorum, susarken yazıyorum.

Ömrümce kendimi iyi olacağına inandığım şeylerle kandırdım. Ömrümün geri kalanını da inandıklarımın bende açtığı yaraları unutmaya çalışarak harcayacağım. Bu kadarı fazla. Bana fazla. Çok bile dayandım. Benim ellerim küçük, saçım kısa, aklım da kısa, boyum da kısa. Mutluluklarım, heyecanlarım hatta huzurum bile kısa…

Yalanlar hep mutlu, tasasız, renkli. Doğru yerlerde evet ya da hayır deseydim, diyebilseydim hayallerim gerçekleşirdi belki... Güçlü görünen "hayır"larımız  ya da  aman mutlu olsun "evet"lerimiz yüzünden terk etti belki hayal gücümüz bizi. Kim bilir?

Cumartesi

Değil mi?



İnsanlar, ben demiştimli cümleler için açıyor ağzını, sırf haklı gibi gözükmek için hayata karşı. Konuşmak için konuşanlardan, başka şansı olmadığı için doğanlardan. Bana yok saymayı öğretti yaşadıklarım, parçalanmış dudaklarım ve her daim yaralı avuç içlerim. Adımı bıraktım ve biraz da gülüşümü, tozlanmış sayfalarda pırıl pırıl parlayacak. 

Kırık camlar toplanılmaz değil mi mıknatısla? Peki, düşler, kırılmış düşler? Varlığı ve yokluğunun bir farkı olmalıydı. Kime konuşuyorum? Kimle konuşuyorum? Açılmasın pencere, girmesin güneş içeri. Meşrulaşmasın konuşmalarımız, hiç konuşmamış gibi yaparsak daha az acıtır belki de. Daha kolay kapanır kimsenin görmediği yaralar, daha temizdir her zaman. 

Kandırılmış hissediyorum. Kendimi kandırmışlığımla hayal kırıklığı gibi alınganlığım. Yalanları ben söyledim aslında kendime, sonrasında hepsi için etrafı, havayı, suyu suçlamak daha kolaydı. Vicdan azabından daha az acıtır aşk acısı. Aşk... Hiç uğramadı buralara aslında. Rahatlamak istiyorum ağlatıyor beni kader her bir değişkenle. Ruhumdaki morlukların yanında hiçbir şey vücudumdakiler. Düşlerim fazla sesli, fazla kırgın. Saklandığı abartıların arkasında yalnız, ne kendi ne de başkaları inanıyor mutluluğuna. Galiba düşlerim kusursuzluğa çok yakın.

Yazacak çok şey var ama cümleler bir türlü mantıkla birleşmiyor. Günler, aylar, yıllar geçiyor bir şekilde. Hayat akıyor, biz yaşıyoruz güya. Ruhumuzu satıyoruz, farkındasınız değil mi? Belki şeytana değil ama en az onun kadar kötü bir şeye. Adına aşk dediğimiz ve seni seviyorum’larla süslediğimiz bir yaratığa. İnsanların yetinme duygusu yok, aslında hiç olmadı değil mi? Aslında hiç aşık olunmadı değil mi?