Perşembe

Yağmurda bir saniye...

Şehirde yağmurlu bir akşam vardı. Yağmurla, geceden önce daha çok karanlığa boğuluyordu akşam. Sanki hiç karanlık değilmiş gibi. Sessiz değil, usulca hiç değil. Şimşeklerle varlığını belli ediyor, gök gürültüleriyle bağıra çağıra karışıyordu hayata.

Birkaç dakikalığına bu yağmurun içindeydim. İri damlalarıyla öyle bir sokuldu ki tenime önce ürperdim. Bir saniye aydınlandı önüm şimşeklerle. Geleceğimden bir kesit olmasını istedim. Bak aydınlık önünde dercesine ama sonra yine karanlığa boğuldum. İri damlalar daha da sokuldu tenime, üşüdüm bu sefer.

Gök gürültüsü doldurdu kulaklarımı sonra, irkildim. Yağmurun sesini bastırdı. Oysa ben düşünürdüm hep yağmur damlalarında umut olduğunu. Bu umudun özgürlükle harmanlandığını… Çok iriydi ama bu damlalar vuruşu canımı yaktı. Ben de koştum.

Koştukça ıslandım. İlerlemeye çalıştım. Çok az önümdeydi ulaşmak istediğim yer. Bir, belki iki adım. Hedefim oradaydı. Durdum. Bir saniyeliğine durdum ve yukarı baktım. Yüzümü yalayan yağmurun rüzgarını, yüzümü yıkayan yağmurun kendisini… Hissettim. Doyasıya. Hiçbir şey yoktu o an. Huzuru buldum.

Çok şey oldu o bir saniyede. Güneş’i unuttum. Güneş’ten korktum. Sadece yaşadım o an. Güneş’siz yaşadım. Aydınlık olmadan geceye kandım. Yağmura kapıldım. Yağmurun eşsizliğini tattım. Ürperdim, üşüdüm ama yaşadım.

Anlatacaklarım bitmiş gibiydi. Susmaya karar verdim. Oysa bitmezdi benim hikayelerim ama bittiğini hissettim. Huzuru bulsam da tükenen ruhuma acıdım. Oysa tükenmezdim ben. Tükenmezlerdendim. Kalakaldım.

Şarkıları duymaz oldum, iri yağmur damlaları beni döverken. Silindi kulaklarımın pası. Doğaya kapıldım. Gerçeklik içine aldı beni. Sokuldum. İşte bu usulcaydı. Usulca beni aldı. Tek bir saniye… Yalnız bir saniye… Ben gerçek hissettim.

Zamana saplanan ruhum uzaklaştı benden. Gezdi, dolaştı, yaşadı. Hayallerine kavuştu. Aynı anda tenime karışan onlarca yağmur damlası sebep oldu buna. Açığa çıkardı isteklerimi, beni bana yeniden hissettirdi. Tek bir saniye… Yalnız bir saniye… Ben bir kuş oldum.

Mavi kanatlı bir kuş oldum hem de. Süzüldüm gökyüzünde. Her bir anın tadını çıkardım. Yıldızlara değdi kanatlarım. Ay ile buluştum. Umudum özgürlüğüm oldu. Kendime kavuştum. Tek bir saniye… Yalnız bir saniye…

O sonsuzluğa açılan bir saniye bittiğinde, yaralandım. Doğru gerçekliğimden, sahte gerçekliğime düştüm. O sırada yaralandı kanadım. Yine yandı canım ama umursamadım. Umursasam daha çok yanacaktı canım. Daha çok kanayacaktım.

İndirdim bakışlarımı önüme. Koştum hedefime. Yağmurdan saklandım. Saklanmak çare değildi. Bir kuytum olmalıydı aslında. Sadece sığınağım yetmiyordu. Yazmak yetmiyordu. Göğsüne sokulacağım bir kuytu. Orada soluklanacağım, nefes alacağım bir kuytu. Yoktu. Hiç yoktu.

İçime işledi iri damlalar. Dayanamadım. Duymak istemedim yağmurun şarkısını… Hissetmek istemedim yağmurun serin rüzgarını… Girmesin gözüme istedim geceyi gündüz yapan şimşekler…

Kaçtım içeri. Doğru gerçekliğim arkamdan iç geçirdi. Ben ise kanat açtığım gökyüzünü düşündüm sadece. Gökyüzündeymişçesine süzüldüğüm yer aslında dev bir kafesmiş. O an fark ettim.

Pazartesi

Umalım ve Bekleyelim...

Ne mutluyum ne de mutsuz. Çok alakasız absürt bir ruh hali içinde sürükleniyorum arafta. Sürüklendiğim belli bir yön yok. Nereye sürüklendiğimi bilmiyorum. Sadece sıkıştığımın, yönümü kaybettiğimin bilincindeyim. Öncesi yok. Sonrası hiç yok.

Amaçsızım. Aslında amaçsız değil de amaçlarımı kaybetmiş gibiyim desem daha doğru olur. Nerede onlar? Ben hep aynı güne açtığım gözlerimi gece yine aynı güne açacağımı bilerek kapatıyorum. Farklı bir güne uyanamıyorum mesela. Aynı gün içinde, aynı döngü içinde kısılıp kaldım. Bedenim vazgeçmiş bu halini kanıksamışken, ruhum hala bir çıkar yol bulmanın peşinde ama yok o yol. İmkanlar tükendi. Sorumluluklar omuzlarda. Mesuliyetler ise taşıyabileceğimden fazla. Ben ne zaman bu hale geldim? Ne ara kendimden bu kadar vazgeçtim?

Ne kadar kalabalık… Çok kalabalık. Bedenim bu kalabalığa ayak uydurmanın peşinde, ruhum ise yalnızlığa çekiliyor. Yüzümde zoraki bir tebessümle onlardan biriymiş gibi görünürken, gözlerimde sönmeye yüz tutmuş ışık aslında yalnızlığımı, vazgeçişimi haykırıyor. Tabi görene ama gözler de kör, kulakların sağır olduğu kadar.

Kalabalığın içinde yalnızlığı yaşamak aslında tam olarak bu. Oradasın, çevrende alınıp veriliyor nefesler. Kulaklarına doluyor sesleri, gözlerine dökülüyor renkleri ama sen hissetmiyorsun. Oraya ait değilsin. Sen, orada sen değilsin çünkü. Benlik kaybı, bilinç kaybından daha yaralayıcı.

Ama bir şekilde de iyi hissetmen gerekiyor değil mi? Bu bahtsızlığın içinde bir mutluluk kırıntısını yakalaman gerekiyor. O zoraki gözlerime ulaşmayan tebessümüm hala yüzümde bu yüzden… Bakıyorum etrafa. Bu bile fark edilmiyor. Çünkü kahkahalar var her yerde. Kim umursar ki tebessümü?

Kendime dönüyorum ben de. Geri çekiliyorum, yavaşça. Adımlarım beni kendime ulaştırmasa da sığınağıma götürüyor. Bilen bilir, yazmaya. Oradayım şimdi. Heves kırıcılardan uzakta…

Bir de onlar var tabi. Hayatımın vazgeçilmezleri. Kendi doğrularıyla, kendi doğru bildikleri yanlışlarıyla başkalarının hayatlarına darbe indirenler. Bu yüzden vazgeçiş, pes ediş hep orada ama sığınağım daha yakın. Hemen ufuktan bana yeni bir hikaye sunuyor. Koşuyorum, koşuyorum. Yetişemeyeceğimi bilsem de kendimi koşmak zorunda hissediyorum. Çünkü gerçeklik orada.

Şimdi baktım hava durumuna. Güneşli görünüyor. Belki bu ufuktan bana da bir hikaye çıkar. Umut kapısı. Umalım ve bekleyelim. Beklemekten zarar gelmez değil mi?


Saatlermiş akan...

Saatlermiş akan. Zamanın kıyısında tutunduğun dalmış her bir saniye. İlk başta iki elinle, tüm gayretinle. Ardından tek el büyük bir çabalamayla ve beklenen sonuç; düşüş... Parmakların ayrılırken çaresizce haykırırsın, boşa olduğunu fark ettiğin an susarsın. Sadece düşersin. Düştüğünü hissederek, belki de canın yanarak. Dibin nerede kaldığını ne zaman çakılacağını düşünürken bir dal daha karşılar seni. Tutunursun aynı gayretle ama bilirsin yine ayrılacak o parmakların. Engel olamayacaksın.

Saydıkça çoğalanmış günler. İstesen de istemesen de bir bir eskiyen ve geride kalan. Yok olarak can verir, süresi dolduğunda kendi canına kıyar. Kopar gider ve günler çoğaldıkça sen onları saydıkça normalleşirsin. Normalleştiğini fark edersin. Belki büyürsün belki büyümezsin ama asla aynı kalamazsın. Normalleşirsin işte. Herkesten farkın kalmaz.

Zamanmış geçen. Bazen ayların geçtiğinin farkındasındır, kimi zaman ise yıllar geçer fark etmezsin. Dayanılmaz günlere açarsın gözlerini. Ne yataktan kalkmak ne de evden çıkmak istersin. Issız bir köşede kendine sokulmak istersin sadece. Kollarını kendine dolayarak hissizliğini avutmak istersin ama beceremezsin.

Her günün böyledir. Her gün böyle hissedersin ve istemsice sonsuz bir uykuya dalmak, kendi bilincinde huzurla kendi normalliğinle yaşamak istersin. Denize vuran yakamoza, dolunayın parıltısına, gecenin ışıklarına kapılarak mümkün olmayanı yaşayamasan da hayal ederek anlık mutluluklara dalıp gidersin.

Cuma

Beni anlayabiliyor musun?


Kendi bedenine hapsolmuş bir yabancıyım ben. Kendini çok iyi tanıyan ama olmak istediği kişi olamayan biriyim ben. Kendi ruhumda, kendi bedenimde sonsuz eziyetlerde mahkumum. Kabullenmiş bir halde.

Mahkumiyetim kusursuz ve hürriyet artık imkansız. Kanıksamışım ben bunu. Bu yüzden hayallerim bile hep bir mağlubiyete gebe. Hep bir yarım, hep bir yaralı. Çünkü ruhum yaralı.

Hep bir onaylanma çabasıyla geçti hayatım. Düşüncelerime, hislerime aldığım her olumsuz yanıt beni geriye düşürdü. Vazgeçirdi. İlerleyemedim. Galiba ilk yarayı ben burada aldım. Kendi istediklerime sahip çıkamayarak ruhuma ilk kesiği ben attım.

Her kesik darbesinde hayallerime değil dayatılan kimliğe sığındım. Hatayı da burada yaptım işte. Hayır, diyemedim. Yeter, durun. Ben bunu istemiyorum. Benim istediğim bu değil. Diyemedim, işte. Dilim varsa da söylemeye, dökülemedi kelimelere.

Söyleyemediğim her kelime deriye batan kıymık gibi kalbimde bir ukde oldu. Orada işte hep can yakıyor. Hep hissediliyor. Varlığını biliyorum ama çıkaramıyorum. Bir yerden sonra alışıyorum ama öyle bir an geliyor ki artık hissetmiyorken, varlığına alışmışken yeniden hissetmeye başlıyorum. Bu sefer daha acı daha keskin. Ölesiye perçinleniyor kalbimde ama yine çıkaramıyorum. Kısır döngünün alası… İlerleyememenin, hapsolmuşluğun bariz kanıtı…

Hayat akarken, yaşın ilerlerken, bedenin artık yaşlanırken ruhunun devam edememesidir bu. Çünkü ruhun başkasının hayatını yaşıyormuş gibi hissediyordur. Bu istediği hayat değildir ama yapacak bir şeyi de yoktur. Bu yüzden o isteğiyle kalır, devam edemez. Benimki de ilerleyemiyor maalesef. Kendimi kendime kırdırıyorum. Kendime yazık ediyorum. Kendim olmama en büyük engel bendim ve hala da benim. Bana dayatılan her şeyi kabul etmekle kendime karşı en büyük günahı ben işledim.

Başkalarının olmamı istediği kişi olmaya çalışırken kendi istediğim kişi olamadım mesela ve en derin yara da bu aslında. Çok kanadı ruhum ama ben kanattım. İyileşemedim. İyileşmeye çalışırken bocaladım.

Kanayan ruhumu bazen teselli ettim. Bazen de teselli edildim. Ne kıymık battı o zaman ne de o ukdeler hissedildi. Ama bir yerde teselli bitti. Tesiri geçti. Yine aynı oldu her şey. Puf, geri geldi hapsolmuş ruhun bedbaht hali.

O teselli zamanlarında hissettiğim özgüvenle, takdir edilmişlikle ilerletmeye çalıştım ruhumu ama o da bir yere kadar inandı buna. Öyle bir hale geldi işte. Öyle bir hale getirdim ruhumu. Kendimi.

Bir insanın kendini köreltmesinden daha acı hiçbir şey yok. Kendinden vazgeçmesi, hayallerinden, gayelerinden… Çabalamamak ve en önemlisi kabullenmek yıkılışın zirvesi… Hani diyorlar ya Osmanlı bile böyle çökmedi. Gerçekten de böyle.

İçimden direnişle, Anka Kuşu misali küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti çıkar mı bilemem ama şöyle bir bakınca o da olası değil. Bu yeniden doğuş bile bir yere kadar gidiyor. Baksanıza halimize. Bir kandırılmışlığın içindeyiz. Kimimiz ise eşiğindeyiz. Hala kıymığın battığı kimseler, direnenler var ama durduramadıktan, engel olamadıktan sonra neye yarar? Öğrenilmiş çaresizlik… Kabullenilmiş çaresizlik…

Girmek istemediğim konular bunlar. Geri döneyim. Ne diyordum? Yıkılış… Çökme… Enkaz… Kaos içinde ait olmadığı bir hayata mahkum bir ruh…

Zaman hiç geçmemesi gereken bir yerde geçiyor. Günler geçtikçe ellerim birer birer boşalıyor. İstiyorum ki tutsun bu boşalan ellerimden biri. İstiyorum ki kaldırsın beni düştüğüm yerden. Benliğimi hatırlatsın. Gerçekliğimi… Bana kim olduğumu ne olduğumu hatırlatsın. Belki de yeniden öğretsin. Zira ben unutmak üzereyim. Ne kadar acı değil mi? Bunu bile hissedemiyor gibiyim. Acıyorum, kanıyorum ama hissedemiyorum. Bomboşum. Dolamıyorum. Tamamlanamıyorum.

Oysa kaç kere tutuldu ki zaten ellerimden? Kaç kere hissettirildi ki ben olduğum? Bunu yapan hep ben değil miydim? Kendime güç veren ve bu güçle uzun süre dayanan… Kendi ateşlediğim fitille yükseklere uçup sonra dengesizce yere çakılan? Evet, bu benim. Merhaba, sizlere. Merhaba, bunu okuyan değerli kişi. Beni anlayabiliyor musun?


Perşembe

Heba Olan Gözyaşları...



Hayal gücü geniş olmak çok kötü bir şey aslında… Kurduğun hayallerin asla gerçekleşme umudu yok çünkü. Hepsi ütopik, hepsi masalsı. Gerçekle bağdaşlaşan hiçbir hayalim beni mutluluğa götürmedi. Hepsi kırıklık hepsi gözyaşı oldu. Ben hep umut ettiğimle kaldım. Ben hep mutsuzluğumla yalnız kaldım.

İşte beni bu noktadan o yüksek o geniş hayal gücüm kurtardı. Böyle söyleyince sanki kurduğum imkansız hayalleri daha çok seviyormuş gibiyim. Ne kadar kötü hissettirse de, ne kadar öyle görünse de öyle değil. Kendimden nefret ede ede kuruyorum o hayalleri. En azından umut yok beklenti yok. Tek dezavantajı mutluluk da yok. Sabit. Standart. Hayatım gibi tekdüze…

Şimdi horozlar ötüyor bu saatte. Ben hala uyanığım. Gözyaşımla beraber ulaşamadığım hayallerimi düşünüyorum. Hepsinin sonunu aynı bitiriyorum.
“Aman imkansızdı zaten.”

Üzülemiyorum bile. Boşu boşuna, neye aktığını bilmeden heba ediyorum gözyaşlarımı. Öyle an nefes bile almak boğuyor. Bana yaşam veren, bana hayat veren nefes beni öldürüyor. Her içime çektiğimde göğsümde derin bir sızı oluşturuyor.

Bir anda bir ömürlük uğultu çöküyor üzerime. Bir ömürlük yorgunluk, bir ömürlük yalnızlık… Sonra bir daha da geçmiyor. Aklımda, ruhumda, etrafımda asılı kalıyor. Unutsam bile geçmiyor bu durum. İçimde kalıyor o hissiyat bir ukde gibi. İçimde, kalbimde can yakan bir şekilde kalıyor. Gülerken bile ağlatıyor.

Hani herkes kendini bağdaştırır ya bir film karakteriyle ya da bir kitap kahramanıyla ama ben bunu yapamıyorum işte. Yasak gibi. Umut verir gibi çünkü. Hadi zorlasam bir şeylerden kendime pay çıkarsam bu ne olur biliyor musunuz? Filmin sonunda Henry tarafından zarif boynu vurulan Anne olurum. Kendime mutlu sonun olmadığını hatırlatmak için...

Pazar

Huzurlu bir hüzün..



Çocukluğumu çok güzel geçirdim. Sayamayacağım şekerlerim ve mor bir bisikletim vardı. Şu hayatta kimse benim gördüğüm şeyleri görmemiştir herhalde. Annem, babam ve iki abimle birlikte yurdun her bir köşesini gezmişizdir o kırmızı kamyonla. Bir hafta evdeysek bir hafta babamla yollarda olurduk çoğunlukla yazları.

Akla hayale gelmeyecek şekillerde tatiller yaptım.  Akla hayale gelmeyecek yerleri ailecek bin bir şekilde gezdim.  İki ranzalı bir kamyonda alt ranzada annem ve ben üst ranzada abimler ve ön kısımda babam.

Abimlerle kavga ettiğimi çok iyi hatırlıyorum üst ranza için ama her zaman onlar kazanırdı. Bense onlar uyumadan önce ve onlar uyandıktan sonra çıkardım üst ranzaya o kadar hoşuma giderdi ki özellikle geceleri. Arabaların, yolların, şehirlerin ışıkları gözüme girerken uyumak… Gözümün önünden akardı her şey ve ben sadece izlerdim.

O zamanlar belliymiş aslında benim bir hayalperest olacağım. Kendime bir ütopya kurup orada yıldızlarla beraber yaşayacağım. Hamur bu işte… Yıllar geçse de değişmiyor hep aynı kalıyor.

Üniversite yıllarımda da gece yolculuğunu tercih ederdim hep. Yanımdan akıp giden yolları, şehirleri ve özellikle geçip giden hayatı gecenin hüznüyle buğulandırırdım. Daha cazip gelirdi melankolik yapıma.

İçime işleyen o hüzün duygularımın sığınağı gibi süzülürdü her bir yanımda. Dokunurdu, titretirdi ve beni canlı tutardı. Huzurlu bir hüzün diye adlandırsam hiç abes kaçmaz herhalde. Çünkü o hüznü özlerdim, hala da özlüyorum.

İşte şimdi aradan geçen yıllar o zamanlarıma has duygularımı yad ederek geçiyor. Bana şahit olan tek şey ise odamın penceresinden içeri süzülen ay ışığı ve hafif deli rüzgar… O özlediğim tadı veremese de o zamanlara alıp götürme de üstat.

Odamın dinginliğinden beni alırken bir gece kuşunun ötüşü ile anında geri getirebiliyor. Susmuyor bu gece kuşları, dinmiyor ve beni zamana, hayata sıkı sıkıya bağlıyor. Kopup gitmeme, uzaklaşmama katiyen izin vermiyor.

Olduğum gibi kalarak kanımı akıtırcasına sakin kalıyor. Beni hırçın dalgaların içinde boğuşan bir kayık gibi savuruyor ama hiçbir yere göndermiyor. Kalabalığın içinde sessiz kalan yalnızlığıma gülüp geçiyor.

Sadece kendine has tınılarıyla yalnızlığım çığlığı basıyor ama gece kuşları ulaştırmıyor sesimi sonsuzluğa. Kendi döngüsüne hapsediyor çığlığımı, boşluğa sürüklüyor. Zaman ise geçmiyor o boşlukta.

Fark edilmiyor ne kadar olmuş? Kaç ay olmuş? Kaç yıl geçmiş? Boşluk geri püskürttüğünde artık çok geç olduğunda farkına varılıyor geçen her dakikanın yaraladığı sonuncusunun ise öldürdüğü.

Cuma

Oyun Bitti...



Zaten her zaman olan şey değil miydi bu? Her yanım hayal kırıklığı her yanım bocalama. Alışmış olmam gerekiyordu. Alışmış olduğumu sanırdınız ama maalesef öğrendim ki alışmamışım.

Kendi ruhumla arama mesafe koymak zorundaymışım gibi hissediyorum böyle anlarda. Çünkü kendi ruhuma tam bir işkence üstadı gibi yaklaşıyorum. Canını yakıyor, kanatıyorum onu ama kalbimde yanıyor bu sefer. Beynim de, aklım da, düşüncelerim de…

Her şey birbirine geçerek bir diğerinin üstüne acı katıyor. Neden her olayı kendime yorduğumu ve neden her olaydan hüsran çıkardığımı galiba hiçbir zaman öğrenemeyeceğim.

Sevdiğim bir Teoman şarkısında “Ne yapayım tabiatım böyle,” diye bir kısım var. İşte tam olarak olay bu. Ne yapayım işte tabiatım böyle. Değiştiremem, sonsuza kadar böyle kalacağımı ben de bileyim sizler de bilin.

Bildiğim şeyleri bile bazen bilmiyormuşum gibi hissediyorum. Düşündükçe bilmekten uzaklaştığım ve kendimden soyutlaştığım. İnsanın kendinden soyutlaşması neyi simgeler? Uzaklaşmasını mı yoksa içine kapanmasını mı?

İşte bunu bile bilmiyorum ama bilmek istiyorum. Mesela hikayemin tam olarak nerede başladığını bilmek istiyorum ya da belki de hikayem bir türlü başlayamadı. Bu ihtimal daha yüksek ve ben yabana atmak istemiyorum.  Sahi benim hikayem neden başlamamış olabilir?

Kalbim kesin tutukluluk yapmıştır ve içindeki yaşayan o teklik hissinden kurtulamamıştır. Bundan kesinlikle eminim. Alışmış kudurmuştan beterdir derler, işte benim monopolcü yaklaşan kalbimde böyle, tekliğe adapte.

Kalbimin en derinini kazarak kalbimi teklik düşüncesiyle sindirmeye çalışan hislerden kurtarmak istiyorum ama böyle de bir mezar kazıcısı olmaz mıyım? Çünkü kalbimde gömülü bir sürü his var. Bir sürü aldanış, hayal kırıklığı… Her kürek darbesi bir hissin gün yüzüne çıkışı… Her kürek darbesi üzüntülerin bir tiyatro oyunu gibi yeniden gösterimi…

Sahne, sahne akar görüntüler sonra bir su buharı gibi yok olur gider ya da gitmez. Gerçeklik boyutunu düşünecek kadar aklım yerinde değil şuan.

Zaten yerinde olsaydı da bir şey değişmezdi. Gerçeklik kişinin kendi algısı, kendi yangını. Söylenen güzel sözlere aldanma yanılgısı gibi… Doğruyu yansıtmayan kelimelere inanarak kandırılma hüsranı gibi…

Velhasıl her oyun bir gün son bulacak. Bu oyun da son bulmalı. Oyun bitti. Kırmızı lekeli perde kapandı işte herkes son bir kez selamını verdikten sonra.

O kırmızı perde yine açılacak. Sadece bir sonraki oyuna kadar kapalı kalacak. Ne de olsa şov devam etmeliydi. Hayat buydu…