Takıntıların arasında gerçekliğe ulaştığını sanırken asıl gerçeği göremez insan. Yol hep bellidir ama bilinmezliğe gittiğinin de farkında değildir insan. Teknoloji dünyasında her şeyin soyutların bile somutlaştığı yaşamlardayız.
Ama ne güzeldi değil mi eski zamanlar? Eski zamanlarda daha bilgisayar
denilen alet icat edilmemişken ya da evlere girmemişken sadece mektuplar vardı,
sayfalarca yazılan defterler, el ile yazılmış saf laflarla yıkanırdık.
Ellerimiz
kopardı yazmaktan, parmaklarımızın şekli bozulurdu ama o kağıdın kokusu kurşun
kalemin elimizde bıraktığı kömürünün izi en azından benim için hayal gücümün
sınırlarını zorlamama neden olurdu.
Bazen
düşünüyorum, bazen değil aslında hep düşünüyorum ama kendime şu soruyu
sormaktan hiç vazgeçmiyorum. Nereye gidiyorum? Hayatım nereye gidiyor? Ya da ne
istiyorum hayattan? Ne istiyoruz ki hayattan? Kendimiz ne istediğimizi
bilmediğimiz için hayat bize çelmeyi takıyor gibi geliyor aslında. Sonra
yüzsüzce soruyoruz; Hayat ne istiyorsun benden?
Asıl
sorulması gereken soru bizim ne istediğimiz aslında. Kimse bilmiyor ki ne istediğini. Sadece önümüze sunulanı kabul
ediyoruz. Yolunda gitmediğinde ise hayat benden ne istiyorsun diye hiçbir zaman
sormaktan vazgeçmiyoruz.
Bu
sadece bir kandırmacadan ibaret. Biz hem kendimizi hem de hayatı kandırmaya
çalışıyoruz. Ama hayat bizden daha tecrübeli ve biz bunu unutuyoruz.
Unuttuğumuz içinde o bizi hiç beklemediğimiz bir anda mat ediyor.
Zaman geçiyor. Süre doluyor ve ardından yeni bir süre başlıyor. Her
defasında yeni bir gong sesi kulağımızı çınlatıyor. Aslında kurduğumuz her bir
cümle daha önce kurduğumuz cümlelerden ibaret. Birbirlerini tekrarlayan
“aynı”lardan ibaret. Hayat gibi.
Ama şöyle bir düşüncem de var. Aynı rüya asla ikinci kez görülmez illa
bir farklılık olur. Hayatımız aynı giderken aynı cümlelerde tek bir değişim
oluyor. Bazen zamirler değişiyor bazense sıfatlar.
*Körfezde Değişim Gazetesi'nin 05.03.2014 tarihli baskına yazmış olduğum köşe yazısı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder